29 Nisan 2009 Çarşamba

Herşey yolunda ...

Programa pazartesi başladım ve herşey yolunda gidiyor. Hatta daha bir düzenli yiyebildiğim için , mutluluk bile duyuyorum. Aç kalmama hiç fırsat kalmadan , yeni bir öğün başlıyor ve zaman anlamadan geçiyor.

Sanırım bu konudaki tek sıkıntım , listedeki yemeklerin 1 gün önceden hazır edilmesi olacak. Aslında bu da benim yemek pişirirken işimi kolaylaştıracak . Çünkü artık "ne yapsam" derdi ortadan kalkmış olacak. Böylece tembellik yapmama da izin olmayacak. Zaten tembellik yapıp abur cuburla kilo alacağıma , mutfakta biraz zaman geçirip , kilo vermeyi tercih ederim. Sonuçta herşey sağlık için... (Çikolatayı götürürken sesim çıkmıyordu ama değil mi? )

Diyetisyenimle ilk görüşmemizde , neleri yemekten hoşlandığımı sormuştu. Bende en tehlikeli olanlardan başlamıştım . Çikolata , bisküvi , börek , kek , nescafe diye sıraladım. “Tamam. Yine yiyeceksin , yasak yok. Ama paket paket değil , kontrollü bir şekilde” dedi. Yoksa küçük bir paket eti cin nedir ki ? Hemencik bitiverir.

Haftalık listelerimden oluşan programı öziiceye ekledim. Daha öncede dediğim gibi bu bana özel verilmiş bir program. Ve yaklaşık 4 aylık bir süreç . Her hafta değişik bir liste ekleyeceğim. Listeler birbirine benzese bile ufak tefek değişikliklerle yenilenecek. Zaten 4 ay bitince de ne yemek gerektiği otomatikman biliniyor. Eğer yemek alışkanlıklarınız benimkine benziyorsa ve ilgilenmek isterseniz , emin olun katkısı olacaktır.

27 Nisan 2009 Pazartesi

Hani her pazartesi başlar ya...

Evet “Her pazartesi başlar” dedim . Çünkü çoğumuz biraz kilo alınca , “Pazartesi günü hemen diyete başlıyorum” deriz. Ve o gün niye pazartesi olmak zorundadır , o da ayrı bir konu tabii. Diğer günler rahatça yemek yiyebilmek için bahanedir aslında. Belkide haftanın başı , ayın başı , yeni başlangıçların başı gibi düşündüğümüzden…
.
Her neyse , esas olan başlamak ve devam ettirmektir. Ama ben bu "diyet" kelimesine takıntı yaratmamak ve inadına daha çok yememek için “sağlıklı beslenme programına geçmeye karar verdim” diyorum. Bugün de böyle kararlı bir düşünceyle yeni bir başlangıç yapmaya , hafif ve düzenli beslenmeye böylece de istenmeyen fazla kilolardan kurtulma düşüncesine girdim.

Bundan 6 yıl kadar önce , en iyi diyetisyenine gidip , bir dünya para ödedim. İyi ki de ödemişim. Çünkü çok şey öğrendim. Beslenme alışkanlıklarımı değiştirdim. Ve çok iyi sonuçlar elde ettim . Yediğim hiç bir şeyden kısmadım , yasaklar koymadım . Ne yemek istiyorsam onu yedim , değişen tek şey sadece zamanıydı. Zaten kilo alımına en büyük etken , zamansız yenen aşırı karbonhidratlı ve yağlı besinler , az su içilmesi , az hareket edilip enerjinin harcanmaması değil midir ? İşte bütün bunlar bir araya gelince de , ister istemez kilo almaya ve kilo aldıkça da moralimizi bozmaya , moralimiz bozuldukça da daha çok yemeye devam etmez miyiz ? Yani en azından ben böyleyim. Moralim bozulsa , canım sıkılsa yemeğe saldırır , abur cubura takılırım. Çikolata kaçamaklarım zaten bilinen şeyler. Onu dışında pasta , börek türü şeyleri çok seviyor oluşum , su içmeyi ihmal edişim , sporu hep erteleyişim , 3 yıl boyunca koruduğum kilomu kaybetmeme ve bu yüzden de ciddi bir karar verme aşamasına gelmeme neden oldu diyebilirim.

Doktora gittiğim zamanlarda , her hafta yeni bir program uyguluyorduk . Bu program , tamamen benim yemek istediklerimle şekilleniyordu. Börekse börek , pastaysa pasta , kek ise kek mutlaka veriyordu. Dedim ya kısıtlama yoktu. Büyük bölümü sebze ve meyve ağırlıklı olup , ara öğünlere önem veriliyordu. Amaç metabolizmayı hızlandırmak ve vucüttaki depolanmış yağları yakmaktı. Hatta yeri geliyordu , listeden yiyemediklerim bile oluyordu. Ama her tatlı ya da istediğim bir şeyin zamanı geldiğinde , o an şölen havasında geçiyordu. Tek sıkıntım başkalarının “aman canımmm bugün de ye , bi günden bişey olmaz , akşama az yersin ” sözleriydi. Takmadım , gerektiğinde yemeğimi yanımda taşıdım. Önemli olan kararlılığı devam ettirmekti. Çok ender kaçamakları da not ederek , gelecek haftadaki programla dengelemeye çalıştık. Ortalama olarak haftada 1 kg vererek yavaş ama kalıcı bir programla 4 - 5 ay gibi bir zamanda hedeflediğim kiloya ulaştım. Taaa ki ben , zaman içinde alışkanlıklarımı değiştirinceye kadar. Ve sonra herşey sil baştan oldu. İşte o program , bugün yine başladı... Var mı başka başlamak isteyen ?

25 Nisan 2009 Cumartesi

Korkuyorum anneee...

Canım mı sıkılıyordu , al sana işte böyle sıkıntı giderilir diye kulağım çekildi. Sadece kulak olsa yine iyi . Tüm kanım , bedenim , herşeyim çekildi. Bir anda ne olduğunu anlamadan çığlıklar atarken buldum kendimi . Aman Allahım ne yapmalıyım ? Beynim döndü. Doğru dürüst düşünemiyorum ki . Dur özii dur sakin olmalısın dedim . 1-2-3- derin nefes ... Ama olmuyor ki elim ayağım titriyor. Ağlamaktan konuşamıyorum bile.

-“Tamam canım , tamam bi tanem şimdi halledicez. Dur ne olur ağlama. Nerde bu telefon şimdi ? Kahretsin , nerde bu çanta . Kimi aracaktım ben ? Doktor arkadaşımı . Hah tamam , buldum” Titreyen elle numarayı bulmaya çalıştıkça, numaralar daha da karıştı. Saniyeler , saat gibi geldi. Numarayı buldum , ara tuşuna bastım . Evet , çalıyor , çalıyor açıldııı tamam. “Merhaba Yaşarrr , müsait misin ? Ege 3 tane minik mıknatıs yuttu ne yapıcazzz? Bişey söyle ne olurrr?” , “Dur sakin ol , panik yapma! Hemen su içirip kusturmaya çalış , 5 dk . sonra tekrar konuşalım”

O arada Ege ağlar , ben ağlar , “Anneciğim ben şimdi ölücek miyim anneee...” diye ,

“Oğlum nereden çıkartıyorsun , dur ağlama , şimdi Yaşar doktorunun dediğini yapmalıyız. Kusman gerekiyor ama nasıl ? Ooff Ege'cim yaa , nasıl yuttun annecim , ne işi var onun ağzında...”

“Kusamam anneee , kusamammmm , kusamazsam karnımı mı kesiceklerr , çok korkuyorummmm anneee”. O böyle ağladıkça ben daha çok kendimi kaybettim . Ve tabiki kusamadan , doğru hastaneye acil servise gittik. Röntgen çekildi ve birbirine yapışmış 3 minik mıknatıs göründü. Mideye inmiş bile. Eğer yemek borusuna yapışsaymış yara açarmış. Ve çok şükür ki , midede olduğu için artık tehlikeli olmadığı , sadece ufak bir bağırsak yolculuğuna çıkacağı söylenince içim rahatladı. Şimdi bişeyde boncuk arar gibi mıknatıs aramaya başlayacağız.

Pekiii, o mıknatısın Ege'nin ağzında ne işi vardı ? Koca çocuk oldu ama hâlâ oyuncaklarını ağzına sokmaması gerektiğini , bir türlü anlatamadım gitti. Bu ona küçük bir ders oldu mu ? İnanın olmadı , çünkü ağzında yine oyuncaklarıyla yakaladım…

24 Nisan 2009 Cuma

Canım sıkılıyor...

Nedir bu "can sıkıntısı" dediğimiz , canımızı sıkan şey ? Küçücük çocuktan tutun da , en yetişkinimize kadar hepimizin dilinden düşürmediği "off canım sıkılıyor" sözü . Yapılacak o kadar çok şey varken , hiç birşey yapmak istememek , oturup , surat asmak , bir de üstüne üstlük canım sıkılıyor demek. Alışkanlık olmuş belki de ...

Peki kim giderecek bu can sıkıntısını ? Ya da ne ? Anne , baba , eş , arkadaş , çocuk her kim olursa olsun , bu sıkıntıyı gidermek için çırpınışa geçse de , nafile , geçer mi ? Geçmez. Biz istemedikçe geçmez tabii.

Vardır elbet , kafamızda derinlerde kurcalanan bir şeyler , gün yüzüne çıkmamış , üzeri örtülü yaşayan. Belki buna sıkılırız. Ama farkına varmayız. Belki de bir an , çevremizde en sevdiklerimiz olsa bile , yalnızlık hissederiz . En kötüsü de budur demiştik ama zaman zaman bu çıkmaza girdiğimiz olmaz mı ? Benim olur . Herkesin deli gibi çırpınışını göz göre göre hiçe sayarak , kapanırım içime . Yalnızlığı ve sakinliği sevdiğimden belkide...

Bugün de böyle oldum galiba. Oysaki pek çok kişi işinin başındayken , ben evimdeyim , tatildeyim. Ama öyle değil işte. Yapılacak bir sürü ev işi , okul işi var ama başlayamıyorum , neden ? Çünkü canım sıkılıyor. Belki de biraz hastayım , boğulur gibi öksürüyorum , ona canım sıkılıyor , boğazım acıyor , yutkunamıyorum , ona canım sıkılıyor , ilaç içiyorum uykum geliyor ama ben uyumak istemiyorum ona da canım sıkılıyor , hep kaybediyorum , oyun da oynayamıyorum ona canım sıkılıyor , bilgisayarla uğraşıyorum , bir süre sonra ona da canım sıkılıyor , hava güneşli ama soğuk ona canım sıkılıyor. Gürültü olsa ona sıkılıyor , sessizlik olsa ona sıkılıyor .

Aaaa anladım ben . Hani hep derler ya “sıkı can iyidir , kolay kolay çıkmaz” anlaşıldı benim canım sopa yemek istiyor. Yok , yok onu da almiiim sonra canım acır yine sıkılırım offf off ....

23 Nisan 2009 Perşembe

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız...

“Atatürk bir ilkokula gitmişti. Her zaman olduğu gibi bütün çocuklar etrafını sardılar.Hepsi sevinç içinde O'nu alkışlıyordu. Yanlız küçük bir çocuk ; bir kenara çekilmiş, ilgisiz gibi duruyordu.Bu durum Atatürk'ün gözünden kaçmadı.Onu yanına çağırdı:
- Çocuğum, neden durgunsun ? Bir derdin mi var ? Hasta mısın ? dedi. Çocuk cevap verdi:
- Bir şeyim yok efendim. Sonra arkasını döndü. Gözlerinden akan yaşları gizlice sildi.
Atatürk :
- Niçin ağlıyorsun yavrum? Sen ağlayınca ben üzülüyorum, dedi.
Küçük çocuk, o vakit yaşlı gözlerini Atatürk'e çevirdi:
- Atam, seni böyle yakından görmek isterdik. Geldin, gördük, sevindik. Ama artık sıramızı savdık. Bir daha seni ne vakit göreceğiz? Ona ağlıyorum.
Atatürk, o vakit bütün çocuklara baktı:
- Beni her vakit görmek isterseniz, aynaya bakın. Siz Türk çocukları benim birer parçamsınız.Ben de sizim."

22 Nisan 2009 Çarşamba

Sadece söyleniyordum ...

Neden yapmamam gereken bir şeyi yaparak ,kendimi sürekli üzüyorum . İnsanları anlamaya çalışmanın kolay olmadığını öğrendiğim halde , bile bile anlaşılmayanları neden hala anlamaya çalışıyorum? Peki , beni kimler anlasın ? O halde beni de hiç kimse ama hiç kimse anlamasın. İstemiyorum anlaşılmayı ... İstediğim tek şey , kendi içimde kaybolmak belki de ... Bu da yaptığım en iyi şeyler arasında.

Artık biliyorum ki , iyi niyet hiç bir işe yaramıyor. Ve bunu bilsem de yine de büyüklük bende kalsın dediğim ama aksine küçüldüğümü hissettiğim şeyleri yapmaktan geri kalmıyorum. Bana mı yazıklar olsun. Beni üzenlere mi yuh olsun ? Artık bilemiyorum.

Acaba afedici kocaman bir yüreğe mi sahibim yoksa kocaman salak bir kafaya mı ? Yok , ben cevabını biliyorum aslında ama neyseee. Sadece içimde kalmasın istedim . Kendi kendime söylenmiş bir şeyler işte. Yoksa kızmış falan da değilim , çocukluğa veriyorum hepsi o kadar. Ben zaten sonucu biliyordum .

20 Nisan 2009 Pazartesi

Otantik bir yer...

İstanbul' un eski yolcu gemilerini herkes bilir . Boğaza dönüp baktığımızda , arkasında köpükler bıraka bıraka gidip gelen bir sürü gemi görmek mümkün. Bence İstanbul'u İstanbul yapan en güzel görüntülerden biri de budur zaten.

Turan Emeksiz Gemisi de aynen bu şekilde 46 yıl boyunca Kadıköy-Eminönü-Sirkeci hattında yolcu taşımış. Daha sonra özel bir şirket tarafından kiralanarak Bursa Güzelyalı'ya getirilmiş ve turizme kazandırılmak üzere restore edilmiş. Hem nostaljik , hem de modern dekorasyonun izlerini taşıyacak şekilde , harika bir otele dönüştürülmüş. Yani yüzen bir otel , restaurant ve cafe yapmışlar.

Bursa Güzelyalı Yat Limanı’nda demirlenen bu gemiye dün ilk kez adım attım ve çok beğendim . Sanki gerçekten gemi yolculuğu yapıyormuşum gibi hissettim . Güvertede oturup kahvemi yudumlarken , neden daha önce gelmemişim ki diye düşündüm . Sanırım ihtişamından çekindim .Ama hiç de abartılı değildi. Gidilebilir bir yermiş…

17 Nisan 2009 Cuma

İzindeyiz , daima seninleyiz...

Yüreğimin en güzel köşesinde yer alan , her gün , her saat karşımda duran , o derin mavi gözlerin sahibi O . Bazen gurur ve mutluluk dolu bakışınla geleceğe umutla bakarken , umudumuzu kaybettiğimiz zamanlarda yine o anlamlı bakışınla göz göze gelip , yılmıyoruz. Çünkü gücümüzü senden alıp , daima senin izinde olan çocukların ve geleceğin biziz diyoruz. Senle var olduk ve yola senle de devam edecek , o gurur dolu bakışların korkuya dönüşmesine izin vermeyecek , bize verdiğin emaneti , en güzel şekilde geleceğe taşıyacak bizler bunun için her gün ant içiyoruz. Çünkü biz Türk’üz diyoruz .

Yeni nesillere sevgini , bilgini , ileri görüşünü , adaletini , insana verdiğin değeri anlatarak , seni her türlü yaşatıp , yaşayacağız. Bugünlerimizi yaşayabiliyorsak , sayende diyebiliyorsak , özgürlüğümüzün önemini de kavratacağız. Gözü kara , cahil insanlara geleceğimizi teslim edip , bu emanete asla zarar verdirmeyeceğiz.

Onu anlamaya çalışmak , daha çok çalışmak ve hep bir adım sonrasını düşünmek aslında... Tedbirli , düşünceli olmak , Ülkemizi , diğer gelişmiş ülkeler seviyesine getirmeye çalışmaktır… Her ne görüşte olunursa olunsun , ortak hedefimiz bu olduğu sürece hiç bir gücün bunu yıkamayacağını , bilimi ve teknolojiyi kılavuz olarak belirlemiş bir önderin sözlerini göz ardı etmeden ancak bu şekilde ileriye giden yolun ufkunu görebileceğimizi de bilmeliyiz.
.
“Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız, bu kafîdir . M.K.Atatürk " Bu fikirleri kabul ettirmek , bunu içinde hissetmektir işin özü . İsterim ki 7 'den 70 'e herkes onun gerçek değerini , amacını , insana verdiği değeri anlamaya çalışsın. Bu da bizim en büyük görevimiz...
Belki çok bilindik bir anekdot olacak ama her dinlediğimde çok etkilendiğim ve şimdilerde insan gibi değer görmeyen pek çok kişiye söylenmiş , tüyler ürpertici sözleri düşündükçe yazmak istedim. Burada önemli olan kim olduğu değil , ne yaptığıydı çünkü. Ama anlayana ….
.
Atatürk gittiği her yerde , az bir okula uğrarmış .Gençlerle ve öğretmenlerle konuşmak O’nun en büyük zevklerindenmiş. Yine bir gezisi sırasında , bir köy okulunun önünden geçerken arabasını durdurmuş ve yanındakilerle beraber okula sonra da sınıfa girmiş. Genç bir öğretmen ders veriyormuş. Atatürk’ü görünce hemen ayağa kalkıp , büyük bir heyecan ve sevgiyle yerini ve sözü O’na bırakmak istemiş. Atatürk:
.
-"Hayır. Yerinizde kalınız ve dersinize devam ediniz.Eğer izin verirseniz biz de dersinizi dinlemek ve bilginizden yararlanmak isteriz.Sınıftaki yerinizi ve sözünüzü almak kimsenin hakkı değildir.Sınıfa girdiği zaman Cumhurbaşkanı bile öğretmenden sonra gelir." demiş.

** Sevgili Öykü ile başlamış olan bu güzel paylaşım , dalga dalga büyümeye devam edecek. Yazan herkese Teşekkürler...**

16 Nisan 2009 Perşembe

Anlatamadım galiba ?

Kısa ve net cümleler kullandığımız halde , neden anlatmak istediklerimizi , anlatmakta zorluk çekeriz ? Bir de , çok yabancı ifadeler kullanmışız gibi , boş boş insanın gözünün taa içine bakarlar . Sanki biri " Ne diyon annem sen ? " der gibi bakarken , diğeri de " Nasıl anlamıyorsun annem? " ifadesindedir. Anlamamak için sanki üstün bir çaba sarfederler. Yoksa anlatanda mıdır kabahat ?

Bazen anlayamamak çok ilginçtir. Zaten herşeyi anlamak da mümkün değildir ya neyse. Kimisi uzun uzun cümleler kurar , işin özünü unutur , anlaşılmaz. Kimisi ne istediğini ifade edemez , çünkü kendi de bilmez . Kimisi herşeyi birbirine karıştırır , gerçekten anlatamaz. Kimisi gizemli gizemli anlatır , şifre çözmek durumunda kalır , parçaları bir araya getirene kadar çatlar durursun. Kimisi de bakışlarıyla anlatır. Anladın sen onu der gibi :) Bir de kaş göz işareti vardır “kalk ordan” ifadesi hani :P ama onun bu konuyla ilgisi yok . Sonuç olarak anlatılmak istenen her neyse anlatılır. Yeterki ne anlatmak istediğini bil . Bu arada ben ne anlatıyordum ?

Mesela beni inanılmaz şaşırtan ve güldüren bazı durumlar vardır. En çok okulda yaşanır ,o an , en basit cümleler bile kocaman bir soru işaretine döner .

** Kırmızı pilot kaleminiz var mı? Mavi var öğretmenim olur mu ? hıı ?!?
.
** Şikayet istemiyorum tamam mı? Tamam öğretmenim şikayet değil ama o bana hem vuruyor , hem de sövüyor...

** İstediğiniz sorudan cevaplamaya başlayabilirsiniz? Öğretmenim 1. soruyu yapamadım 2. soruya geçsem olur mu ?

** Oğlum bi koşuda git , şu fırından peynirli börek al gel tamam mı ? 5 dk. sonra gelir , masaya bir paket bırakır. Paket açılır ve ŞOK ! Paketten bir kalıp beyaz peynir çıkar. Ee börek nerde ? Börek bitmişti bende , peynir aldım ?!?! hııı çok güzellll , keşke yufka da alsaydın :))

** Oğlum topu , potaya atarken tek ayağının üzerinde sıçrayarak atacaksın . Sıra çocuğa geldiğinde sorar. Öğretmenim höplemeden yapsak olur mu ? Höplemeden ne demek oğlum ? Eee höpleemekkkk işte . Nasıl yani ?? Meğer hoplamak demek istemiş :)

15 Nisan 2009 Çarşamba

İtiraf ediyorum...

İtiraf ediyorum , ben kötü bir şey yaptım . Ne mi yaptım ? Öyle kötü bir şey ki ama nedense hep sonradan pişmanlık duyuyorum . Eylemi gerçekleştirirken en ufak bir vicdan azabı bile çekmiyorum. Düşünceli ama mutlu bir şekilde eylemi sonlandırıyorum . Gerçekten sonlandırıyorum hem de geriye hiçbir delil kalmayacak şekilde . Bütün kağıtlarını da toparlayıp çöpe atıyorum , sanki ben yapmamışım gibi. Peki ya neden dayanamıyorum ? Niye bu kadar çekici sanki ? Biliyorum aslında tek karşı koyamayan ben değilim . Benim gibiler öyle çok ki . Avunmalı mıyım yani ? Yok , yok suç filan yok ortada aslında.

Sadece kocaman bir paket çikolata yedim , ne olmuş ? Yemeseydim iyiydi ama artık yedim gitti. Zaten dünde yemiştim , bugün de yedim , ohh misss , yarın yine yiyebilirim . Yoksa yemesem mi ? Du bakalım yarın olsun canım ne isterse onu yaparım. Artık içimdeki o sesi dinlemiyorum . Ona kalsa onu yeme , bunu yeme diye , beni açlıktan öldürecek , çaktım iki tane susturdum . Kızdı bana , " eeh ne halin varsa gör , yersen ye banane , ama sonra bana dırlanma !!!" dedi , anlaştık. En azından artık aklımda değil , olması gereken yerde. Harcanmayan kalori olarak depolanmaya gitti... Sadece biraz midem bulanıyor , hepsi bu ...

Smart çiçeğim...

Sevgili Belgin'ciğime ödülü için çok teşekkür ediyorum. Aslında inatla kaçtım bu tür şeylerden ama baktım ki Cadılar Kampına esir alınmışım bir kere ve kaçışı da yok :)

Yani kendimce böyle bir ödülü hak ettiğimi hiç düşünmedim zaten ama istedim ki , gerçekten özel olanlara gitsin . Ve bizler seçici olmayalım. Ama öyle olmuyor işte. Hepimize mutlaka bir şekilde ulaşıyor. Bize de ulaştırana sonsuz teşekkür etmek kalıyor. Daha öncede dediğim gibi birbirimizi takip edip okuyorsak , zaten değer veriyoruz ve seviyoruz demektir. Bundan daha akıllıcası , daha değerlisi var mı?

Şimdi ben de şöyle bir akıllı iş yapmak istiyorum. Hiç ödül almamış olan ancak blog yazarak bu akıllı işlerimize katkıda bulunan arkadaşlarıma gönderiyorum.

Bu ödülün uyulması gereken 3 kuralı varmış :
1. Ödülü veren kişinin linkini yayınlamak : İşte Cadılar Kampı
2.Ödülü dağıttığın dostlara haber vermek:Huu bıraktım çiceğimi...
3. Ödülü dağıttığın blogların linkini yayınlamak:

Frambuazlı Ruh Pastasıyım

En Karışık Duygu

Meleğin Dünyası

Şuşu'nun Öyküsü

Kelebek Diyeti

Minta günlüğü

Bir

*(Bonus)* Bahar Karları...

14 Nisan 2009 Salı

Patates, tavuk , makarna...

Acaba bugün hangisini yapsam ? Makarna ? Yok , o olmaz. Onu dün yaptım. Patates , köfte , tavuk , balık ? Muhteşem 5 'li bunlar. Bazen diyorum ki , bunlar olmasaydı ben kesin aç kalırdım . Yani , diğerlerini sevmediğimden değil de , pişirmeye üşendiğimden.
(Bu arada , annem duymasın kesin vuracak beni!) Eskiden olsa , neler yapardım neler , cidden döktürürdüm .Her sebzeyi değişik bir kılığa sokardım , değişik tatlar denerdim . Ama şimdi çoğu zaman temizlemek , pişirmek inanılmaz zor geliyor. Biliyorum en büyük tembel benim ama iş tembellikten çok , o soğanı kavurup , evin her yerini buram buram kokutmakta ve saatlerce mutfakta tıkılı kalmakta. Hem sadece ev koksa yine iyi , üst baş tümden koku sinince , dayanamıyorum ve doğğğru banyoya... O yüzden de yemek yaparken , 3-4 çeşit birden yapıp , hepsini bir kerede çıkarıyorum. Bu da bizi bir süre idare ediyor. Yanına çorba , salata , haşlama sebze gibi küçük ilavelerle yemek işi bitti gitti işte diyorum.

Hem çalışan bir insanın yemek derdiyle uğraşması çok zor. Her gün eve dönerken "Ay bugün ne pişirsem , hiç de canım bir şey yapmak istemiyor " diye sıkıntılı sıkıntılı mutfağa girmesi çekilecek iş değil. Hem tadı , hem besleyiciliği , hem pişmesi , hem hazırlaması herşey kolay olsun diyoruz ama hepsi bir arada olmuyor ve hep istiyoruz ki , her şeyimiz pratik olsun …

12 Nisan 2009 Pazar

Damarlarımdaki virüs....

Geçen gün farkettim de , 3 yıl olmuş bu oyunun hayatıma girişi. "Hayatıma girişi " diyorum çünkü gerçekten ailemin 4. bir üyesi gibi oldu. Geç keşfedilmiş bir mucize aslında. Keşke yıllar önce tanışabilme şansım olsaydı diye bazen üzülürüm. Şimdi ise oğlumun bu konuda şanslı olduğunu hissediyorum. Özellikle de çocukların zekâ gelişimi için çok önemliyken. Yine de hiç tanımamış olmaktansa , geç tanımış olmak bile çok güzel diyorum…

Zaman zaman kızıp taşları oradan oraya atmak istesem de , aşırı hırsıma yenik düşüp ağlasam da , tamam bitti artık oynamıyorum desem de , uzun süre aynı seviyede kalıp hiç bir gelişme gösteremesem de , kısa süreli düşüşler yaşayıp , durgunluk dönemine girsemde seviyorum ben bu oyunu. Çünkü bambaşka bir tutku ! Bunu sadece o elektriği alan anlar, yoksa ben ne kadar anlatsam boş . Yani ilk görüşte aşk gibi bir şey. Kanına girdiyse bir kez , ne yaparsan yap kurtulamazsın.

İşte bu yüzden damarlarımda dolaşan bir virüs gibi hissediyorum. Bu virüs , taşsız ve tahtasız da asla beslenmiyor. Uzun süre oynamasam , o tahtaya , o taşa dokunamasam , inanılmaz özlüyorum. Özellikle de cam taşları... Ancak orjinal beyaz taşlar midye kabuğundan , siyahlar da volkan taşından yapılırken , tahtasıda Japonya'da yetişen kaya ağacının kurutulmasıyla yapılıyor . İşlemesindeki sanatsa çok özel . Ama bu orjinal takımları görmek pek mümkün değil. Bizlerde cam ve plastik takımlarla idare ediyoruz.
Online oyunlar oynayarak hevesimi almaya çalışsam da , pek zevkli olduğu söylenemez. Zaten bu şekilde yeterince ciddiye almadığımı da itiraf edebilirim. Gruplarımın öldüğünü gördüğüm anda , oyuna gayet ciddiyetsiz devam ediyorum. Bu durumda da ödülüm , seviye kaybetmek oluyor. Seviyenin çok mu önemi var ? derseniz , aslında yok ama daha iyi olduğunu bildiğin bazı durumlarda yapmamam gereken hatayı önceden göremediğim için , gereksiz yere sinir katsayımı arttırıp , sert hareketlerle tuşlara basa basa oyundan çıkıyorum. Sanki suç bende değil. Hak ediyorum , ne diyeyim ...
Sonuç olarak , tahta üzerinde oynamak çok daha zevkli . Orada her şey daha net , konsantrasyon daha yüksek , daha ciddi oyunlar çıkartılabiliyor. Oyun sonrası yapılan yorumlarla , hatalar daha bir görülür olup , çeşitli olasılıklar üzerinde konuşulabiliyor. Hatta oynanmış bir oyunu yeniden dizmek bile mümkün . Yapılan hamleler hatırlanabiliyor. Çünkü her hamlenin amacı farklı . Bunların hepsi ayrı bir keyif.
Ama en önemlisi ,o taşı hissetmek , parmaklarımızın arasında tutup , tahtayla buluşma anındaki o sesi duymak. Taşı tutmanın bile özel bir şekli var. Merak ederseniz , izleyin derim ...


Hikaru no go 1
Yükleyen özii

9 Nisan 2009 Perşembe

Ruhunu özgür bırak!!!

Bu sabah yüzümün halini gören arkadaşım , bu haliyet-i ruhunu sevmedim, değiştirmek gerek. Ruhunu özgür bırak!!! , üzme kendini herşeye bu kadar” dedi. Ama bunu bir yapabilsem . Ruhumu kendime dar edip , günümü , herşeyi kendime zehir etmesem , zaten özgür olacağım ... Oysa dünden ne kadar keyifli bir haberle gelmiştim . Ama hep şunu düşünürüm , acaba bir şeye çok sevinince , sırada bizi bekleyen kötü bir şeylere de hazırlıklı mı olmalıyız?

Oldukça uykusuz , huzursuz bir geceden sonra sabah gözümdeki yaş ile uyandım. Kötü bir rüyaydı aslında hepsi bu...Uyanınca da duramadım , sabahın ilk saatlerinde kendimi sahile attım . Yürüdüm , yürüdüm , derin derin nefes alıp , derse öyle girdim. Sadece bir rüyaydı ama kötü etkilenmiştim .Bir arkadaşımla tatsız bir tartışma içindeydim-ki tartışmayı asla sevmeyen bir insanım ,her zaman sakin yaklaşmaya çalışan , yardımcı olmaya çalışan biri ! Bir takım konuşmalarımızdan sonra bana dedi ki: “Sen güvenebileceğim biri değilsin" . Şaşırdım , kitlendim , çok ama çok üzüldüm . “Ben mi güvenilecek biri değilim , ben miii ? O halde beni yeterince tanımamışsın” dedim. Değer verdiğim , sevdiğim , güvendiğim bir arkadaşım bana böyle bir şeyi nasıl söylerdi ? Rüya bile olsa , sanki o an gerçekmiş gibi bunaldım , nefes alamadım. Herşey bir anda karardı. Sadece bakakaldım , suçlanacak hiç bir durumum olmamasına rağmen sadece yanlış anlaşılmaktan , belki de aşırı hassasiyetten suçlandım.

Her ne olursa olsun hiç bir arkadaşımının güvenini sarsacak ya da ona zarar verecek bir şey yapmam mümkün mü ? ASLA ! Kendime zarar veririm ama kimsenin güvenini sarsacak bir şey yapmam , yapamam . Çünkü öyle bir anda kendime olan tüm saygımı da kaybetmiş olurum. Ölürüm daha iyi…

“Artık sana inanamam” dedi ve gitti , o yüzden ağlayarak uyanmışım , çok sıkılmışım hem de çokk...Yani bu bir rüya bile olsa , ruhumu yine özgür bırakamamışım…

8 Nisan 2009 Çarşamba

Dünden haber...

Dayanamadım ve sevincimi paylaşmak istedim. Dün sabah uykudan kalktığımdan beri tek bir şeye takılmıştım. Bu yüzden günün ilk yarısı kabus şeklinde geçirdim. Gayet dalgın , takıntılı bir şekilde gezindim , durdum... Ve dedim ki , bu iş bugün ya çözülmeli ya da başka bir yol bulunmalı. Yoksa başka türlü rahatlamayacaktım. Konu bizim turnuvamızın yaklaşıyor olması ve henüz hiç bir hazırlığa başlamamış olmamızdı.

Bize ilk gereken şey elbetteki uygun şartları sağlayacak bir mekandı. Yaklaşık 50-60 kişiyi rahatlıkla alabilecek , sessiz , sakin bir yer olmalıydı. Ve 2 yıl önceki gibi Özgen Çay Bahçesi bizlere yine kapılarını açtı. Artık turnuva yerimiz hazır , diğer hazırlıklarımıza başlayabiliriz. Heyecanladım sanki...

Çamlı Kahve , başka bir dünya…

Hafta sonu güneş , Çamlı Kahve'de battı. Buraların en güzel yeri olduğunu düşünüyorum. İnsana inanılmaz bir huzur veriyor. Gözünün alabildiğine deniz, manzara ve derin sessizlikle başbaşa kalmak istediğinizde , gidilebilecek tek yer. Ve oksijenin ciğerlerinize dolduğu ânı hissetmek, o daha da güzel…

Üstelik imkansız bir aşka imzasını da atmış bir yer. Elbetteki Canan Tan ‘ın kitabından bahsediyorum. “Yüreğim seni çok sevdi” derken , bu aşk hikayesi boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini hissettirmişti...

P4051499P4051495 P4051500 P4051498P4051497 P4051501 P4051504

5 Nisan 2009 Pazar

Bir kibrit atasım var...

Şu aralar eve , içindekilere , her ama her şeye bir kibrit atıp , dönüp arkamı gidesim var. “Vayyy bu kadar ciddi demek” demeyin. Birikim belki de ,hep aynı şeyleri , aynı şekilde düzenliyor olmaktan , üzerine ilaveler yapmaktan , her köşedeki fazlalıktan içime fenalıklar geldi. Yok , öyle fazlalık diyince sağda solda duran gereksiz dağınık eşyalardan bahsetmiyorum , aksine düzeni severim , düzenliyimdir . Ama hani vardır ya düzensizliğin bile bir düzeni vardır bazen , aynen böyle oluyor işte. Ayrıntıya baktığım zaman da, hepsini atasım geliyor . Yok yok yakasım...

Zaten uzun zamandır bende bir rahatlık hakim . Banane ne olursa olsun , boşver bu kez de dağınık olsun , biraz da tozlu olsun umurumda bile değil diyebiliyorum. İçimden hiç bir şekilde düzenlemek gelmiyor. Çünkü sonu yok , hep benden gideceğine vazgeçmeyi öğrendim galiba. Ay dağıldı , ay pislendi , ay şöyle , ay böyle demek , artık o kadar yoruyor ki . Ve hayatın sadece bundan ibaret olmadığını artık biliyorum . Bıraktım evet gerçekten bıraktım pek çok şeyi. Bu şekilde bir süre rahat ediyorum sonra sinirime iyice dokununca yeniden başlıyorum. Ama bu kezde birkaç gün paranoyak modunda gezip aman dikkat , yapma , etme diyerek geçiyor , sonra yeniden amannnn diyebiliyorum. Ohh kendimi bir güzel şikayet edip ortaya koydum . Acaba bu kibrit atmanın arkasında , yeni bir şeyler istiyor olabilir miyim ? Hiç kuşkum yok yakarım …

3 Nisan 2009 Cuma

Bayan *pimpirik*...

Pimpirikli arkadaşlarınız var mıdır ? Her şeyi ama herşeyi kendine dert eden , ilgisiz olayları birbirine bağlayan ve üzerine mâl eden kişiler... Sizlerin var mıdır bilemem ama benim böyle bir arkadaşım vardı. Şu an arkasından konuşuyormuş gibi görünsem de, yüzüne çok söylemişimdir. O yüzden içim rahat. Bütün bir gün , hafta , hatta aylarca bık bık bık başımı yediğini bilirim. Neden olmuş , niçin olmuş , ya olmazsa , ya gelmezse , gidebilir miyim , gelebilir miyim , yetiştirebilir miyim , sorun çıkar mı? gibi gibi her ayrıntıya kadar devam eden sorular dizisi. Birine olumlu cevap versen onu izleyen olumsuz başka bir soru gelirdi ardından. Olumsuz cevap versen bu seferde ben ne yapacağım diye bunalıma girerdi. İki uçlu değnek modeli işte...

Çoğu zaman eşim derdi ki , yasaklayacağım sizin görüşmenizi , kafayı yedirtir bu kız insana diye... Tabi o işin şakasındaydı ama bazen hakikaten bayıltıyordu. Yine de sabırlı davranırdım , sonuç itibarıyla hepimiz bu tarz düşünceleri aklımızdan geçirir ama her an dile getirip , karşımızdakine işkenceye dönüştürmeyiz.

Van'da çalıştığımız yıllarda , mecburen uçakla gelip giderdik . Tatil dönemleri hem öğretmenler hemde asker sevkiyatları olduğundan aşırı bir yoğunluk olurdu. Zaman zaman yer bulma sorunu yaşardık ama mutlaka da bulurduk. Çoğu zaman tatillere 3-4 ay kala biletler alınırdı, içimiz rahat ederdi . Neyse biletler alınmış ve uçuşa tam 3 ay varken , her gün bu sorulara ne kadar katlanabilirdiniz ? Acaba , o gün kar yağar mı ? Acaba uçak kalkar mı? Ya düşerse ? Gidebilir miyiz? Ya bir sorun çıkarsa ? Ya biletimi bir başkasına da satarlarsa ?!?!? Ya müdür izin vermezse ? Ya işlerimi yetiştiremezsem ? ya, ya , ya böyle gidiyor inanın . Aklınıza gelmeyecek tüm olasılıkları sıralardı çünkü işinin uzmanıydı. Her gün değişik bir soruyla gelirdi. Soruyu , sorun yapmasa yine dert değildi ama son aşamaya geldiğinde “ Ben de bişey olmazzz , giderizzzz ” modunda fenalıklar geçirirdim . Ya da “ Gitmemen için elimden geleni yapacağım ” diye kızdırırdım. Çünkü ne desem tatmin olmazdı. 3 ay geçipde , o gün geldiğinde herşeyin normal olduğunu görünce , bu seferde dönüş için bilet bulabilirmiyiz derdi başlardı ahh ahhhh .....
.
O da biliyordu huyunu ama kontrol edemiyordu işte. Her gidiş- gelişte böyle yerdi beni.Üstelik bu anlattıklarım sadece yolculuk konusunda , diğerlerini de siz düşünün artık !
.
Bir keresinde de müdürden 2 gün mazaret izni alması gerekiyordu , almıştı da. Ama aynı gün eşim müdür beyle hafif tatsız bir olay yaşamış , ortamı biraz gerginleştirmişti. Arkadaşım yine beni yakalayıp dedi ki ; “ Şimdi müdür bey eşinle tartıştı diye benim iznimi iptal eder mi ? ” Sadece dik dik baktığımı hatırlıyorum. Eyy kızım tamam bende takarım herşeye ama bu kadar değilim be annem …

1 Nisan 2009 Çarşamba

Ben çocukken ...

Sevgili Zuzuların annesine teşekkür ederek , ben çocukken .... demek istiyorum.

1.Ben çocukken ........ keşke annemle babamla , "ben Almanca konuşmak istemiyorum benimle Türkçe konuşun" diye inatlaşmasaydım da şimdi Almanca'yı da biliyor olsaydım. Ama şimdi bu fırsatı çoktan ........ kaçırdım.

2.Ben çocukken........ çekingenliğimden dolayı , her ortamda rahat olabilme duygusundan ........ yoksundum.

3. Ben çocukken......kuzenimi kıskanıp , onun bebek arabasına binmek istemiş ve dengeyi kaybedince de yere yapışıp , çeneme dikiş atılacak kadar ..........yaralanmış olabilirim.

4. Ben çocukken ........ hep doktor olup , hastaları iyileştirmeyi , uzay gemisine binip başka gezegenlere gitmeyi , iyi bir tenisçi ........ olmayı hayal ederdim.

5. Ben çocukken ........ bir ablam ya da ağabeyim olmasını ........ isterdim.

6. Evimizde asla yeterli...... olmayan bir şey ......... olmadı.(Mutlaka olmuştur ama hatırlayamadım ki !)
.
7. Çocukken daha fazla ........ arkadaşım olmasına ....... ihtiyaç duyardım.

8.Bir daha asla ........ çocukluğumu ........ göremeyeceğim için üzgünüm.

9. Yıllar boyunca ........ hangi mesleği yapacağımı , hangi şehirde yaşayacağımı , doğduğum yere tekrar geri dönüp oraları görüp göremeyeceğimi , nasıl bir evim olacağını , eğer bir kızım olursa nasıl olacağını , uzaylıların var olduğunu düşünüp onların neye benzediğini hep ........ merak ettim.

10.Sevdiğim bazı insanları ihmal ettiğim , yeterince ilgilenemediğim için , çoğu zaman vaktimi boşa harcadığımı bile bile yine de harcadığım için ........ hep kendimi suçladım.

Aslında eklenecek çok fazla şey var ama ilk etapta aklıma gelenler bunlardı . Bu arada resimler de ki , gerçekten ben çocukken ...